islamiyetin engelliye Bakis Acisi
Kaf Süresi - Ayet - 16 - Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. Allah insanı mükemmel olarak yaratmıştır. Diğer bütün varlıkları da onun hizmetine vermiştir. Bu bakımdan insanın üstünlüğü tartışılamaz. Bununla birlikte yaratıcı, insanları birbirinden farklı olarak vücuda getirmiştir. Güzel-çirkin, uzun-kısa, çok uzun-çok kısa, şişman-zayıf, akıllı-aklı zayıf, sağlıklı-sağlıksız, normal-engelli vb. gibi. Fakat bütün insanlar Allah’ın kulu ve dinin muhatabı olmak bakımından eşittir.
Bu eşitliği açıklamak için Kur’an’da bir sure vardır: Abese Suresi. Bu surenin indirilme sebebi, dinin engelliye bakışını ortaya koymaktadır. Hz. Muhammed (sav), Mekke’nin ileri gelenlerinden bir grupla ola ki dine girerler diye sohbet ederken görme özürlü İbn Ümmi Mektum gelir ve “Ey Allah’ın Resulu! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” diyerek söze karışır. Bu konuda ısrarcı davranır. Yaydığı dinin güçlenmesi için var gücüyle çalışan Hz. Peygamber, bu gibi nüfuzlu kimselerin müslüman olmalarını istemektedir. Bu sebeple İbn Mektum’un araya girerek konuşmayı bölmesi deyim yerindeyse Hz. Peygamber’in canını sıkar, yüzünü ekşiterek İbn Ümmi Mektum’dan yüz çevirir ve diğerlerine döner. Hz. Peygamber daha sözünü bitirmeden ilgili sure iner. Allah Teâlâ, peygamberini sitemli bir ifadeyle uyarmıştır. Buradan anlaşılıyor ki Allah’a kul olmak için illa da sağlam olmak gerekmiyor.
Kur’an’a göre insanların renkleri, ırkları, dilleri, cinsiyetleri, sağlıklı veya engelli oluşları, zengin ya da fakir olmaları hemcinsleri arasında bir üstünlük nedeni değildir. Üstünlük ancak Allah bilincinde, takvad olmaktadır. Öte yandan engellilik, dini yaşamada, dindarlıkta bir engel teşkil etmemektedir. Çünkü İslam dininde kolaylıklar vardır. Bu bakımdan engelli bireylerin kendilerine tanınan kolaylıklar nedeniyle belki sağlam insanlardan üstün konuma gelebilecekleri açıktır. Ayrıca engelli bireylere tanınan bu tür kolaylıklar insanları rahatlatmaktadır.
Bütün insanlık için gönderilmiş olan Hz. Peygamber de engellilerle ilgilenmiş, onlara bizzat yardımcı olmuş, yardımda bulunulmasını tavsiye etmiş, ilgi ve kabiliyetlerine göre kamusal görevler vermiş, en önemlisi onları toplumdan izole etmek yerine topluma kazandırmaya çalışmıştır. Hz. Peygamber’in bu tür bireylere yapabilecekleri görevler vermesi hem onların özgüvenlerini geliştirmelerine hem de sosyal kabul görmelerine imkân sağlamaktır.
Hz. Peygamber sağlam insanlardan engellilere karşı birtakım ahlâki davranış kalıpları geliştirmelerini istemiştir. O’nun görme engelliye yol göstermeyi, sağıra ve dilsize laf anlatmayı sadaka olarak değerlendirmesi bu konuda örnek olarak verilebilir.
Bu açıklamalara göre Kur’an engelli bireylerin dinin muhatabı olmak bakımından herhangi bir ayrımın olmadığını işaret etmektedir. Hz. Peygamber de engelli kişilerin toplumdan dışlanmadan, psikolojik ve toplumsal bakımdan desteklenmeleri gerektiği üzerinde durmaktadır.
Din, engelin kabullenilmesi, toplumun sosyal kabulü ve engellilikten kaynaklanan sorunların çözümünde önemli bir iltica kaynağı olmaktadır. İbadet ve dualar engelli birey ve ailesi için rahatlama vesilesi olmaktadır
Engelli birey ve ailesi içinde bulunduğu, yaşadığı durumdan dolayı zaman zaman kendi kendine, “niçin ben, niçin biz?”, “neden bu olay benim/bizim başımıza geldi?”, “Allah niye beni/bizim çocuğu seçti?”, “ben niye böyleyim?” vb. gibi çeşitli şekillerde engel durumunu sorgulama yoluna gitmektedir. Bu durumdaki insanların sorularına ancak dinde çözüm bulunmaktadır.
Korku, çaresizlik, yalnızlık, acizlik, mahrumiyet, hayal kırıklığı, başarısızlık, haksızlık, adaletsizlik vb. durumlar karşısında en büyük sığınak din ve Allah inancı olmaktadır. Hayatın güçlüklerini tahammülle karşılamakta din, insana kuvvet verir. Dindar insanların hayatın güçlükleri karşısında oldukça kuvvetli oldukları muhakkaktır.
Hayatımız düz bir çizgide ilerlememektedir. Kur’an’ın beyanına göre kimi insan sağlık yönüyle, kimi insan evlad yönüyle, kimi insan mal ve mülk yönüyle imtihan edilmektedir. Herkesin imtihanı farklıdır. Dolaysıyla bugünden sonraki hayatımızın nasıl geçeceği, başımıza neler geleceği hususunda hiçbir malumatımız yoktur. Sahip olduğumuz her şey bizim hak ettiğimiz şeyler değildir. Bunlar tamamen Rabbimizin bizlere lütfudur. Ne zaman, neyi hak ettik ki? Ne zaman ödedik aklın, gözün, kulağın, kalbin, hayatın, elin, ayağın ve diğerlerinin bedelini? Hiç bir zaman ödemedik. Onlar bize ilahi bir armağan olarak bahşedildi.
Bahşeden isterse vermez, isterse kısmen verir. Kimin ne demeye hakkı var?
Kaldı ki bizim bildiğimiz manadaki özürler, dinimizde özür sayılmıyor bile. Kur’an’a göre baş gözü görmeyen, baş kulağı duymayan, baş dili konuşmayan, beden eli, ayağı tutmayan “özürlü” sayılmamaktadır.
Hakkı görmeyen, hakkı duymayan, hakikati söylemeyen “özürlü” sayılmaktadır. “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; dönemezler” gibi ayetlerin ifade ettiği mana budur. Tutun ki zekâ özürlü bir çocukla imtihan edildiniz. Çok tabii, imtihan dünyası bu. Bırakın doğacak olanı, sizin, bizim, hiçbirimizin doğduğumuzda sahip olduklarımızla öleceğimize dair bir garantimiz var mı?
Bu durumda bizlere Allah’ın ihsan ettiği nimetlerin kadr-u kıymetini bilmek ve ziyadesiyle şükretmek düşmektedir.